Yeşil

Tanrı espri anlayışını evde bırakmış bugün. Ya da İstiklal Caddesi’ndeki bilet satıcılarına vermiş… Bu nasıl bir taktiktir böyle? Caddenin en üstünden bir girdim, süper loto 13 milyon TL diyordu. Bir sonraki biletçi 9 milyon TL olduğunu iddia ediyorken, bir sonraki ve daha da bir sonraki ise sırasıyla 6 ve 5 olduğunu iddia ediyorlardı. Eğer bu bir taktikse, gerçekten iyi düşünülmüş bir şey olmalı. Caddenin çeyreğine gelmeden insan korkuya kapılıyor… Sayılar gittikçe azalıyor, iyice tükenmeden bir süper loto oynayası geliyor insanın. Ya da sadece işkembeden atıyorlar bu satıcılar…

Yazıya böyle geyik başladığıma bakmayın, bu paragrafta espri yapmayacağım şu kelime itibariyle. Şiirle başladım, minik bir hikaye yazdım, ve bir yanılma ile bitirmek istiyorum. Artık uyuyamıyorum da. Yatsam belki uyurum, ama yatasım yok. ‘Çok yalnızım be Atam’ diyesim çok. Sürekli bölmek istemiyorum, ama merak etmeyin acıklı da olmayacak bu… Bir düğün-nişan kasedi kadar sade, emektar bir sünnetçi kadar hızlı olacak. Soruları alayım haydi! Hıh, cevap veriyorum: sünnetçi şuradan çıktı; herkes böyle sünnetçi şakaları yapıyor, dalga geçiliyor falan… Ama kimin çizdiğini hatırlayamadığım bir karikatürde anlatıldığı gibi, bu insanlar aile bireylerimiz ve doktorumuz-ebemiz(evet, ebemiz, hatta ebeniz) dışında büyük ihtimalle cinsel organımızı gören ilk insanlar. Cinsel çağrışımlı espri de yapmak istemiyorum. Sadece bu mahrem konunun önemli olduğunu düşünüyorum. İşte beni sünnet eden Yasin Bey ise bundan sanıyorum 5-6 yıl önce hayatını kaybetmişti. Nasıl öldü, sonra ne oldu bilmiyorum. Zaten sadece birkaç kere gördüğüm bir insandı. Aile dostu şeklinde bir yakınlığımız yoktu kendisiyle. Allah rahmet eylesin…

Günlerdir aklıma takılan ve beni “haydi bir şeyler yap” diye sürükleyen konulardan en önemsizi meğer ne kadar da tırtmış… Önemsizin de önemsiziymiş… Konu şu: bir şekilde maç izliyorum(derbi maçları, önemli şampiyonlar ligi maçları ve milli maçlar dışında çok takip etmem, ama izledim mi de çok severim… neyse), düşündüm de: nedir bu gollerin kalenin bulunduğu yere göre dağılımı? Yani acaba bir şekilde yedek kulübesine göre sağ tarafta kalan kalelere, sol tarafta kalanlara oranla daha fazla veya daha az gol atılmış olabilir mi? Eğer gerçekten böyle bir istatistik tutulmuşsa, ileride kurmak istediğim kariyerimin önemli bir kısmını bununla ilgili araştırmalar yapmak için harcayabilirim. Mesela futbolcuların çoğunun sağ ayağını kullanması, sağ-sol kavramlarının toplum içindeki önemi, teknik direktörün kaleye ve futbolcuya göre konumu vb. şeyler bence insan(futbolcu insanı) psikolojisi üzerinde etkili olması gereken şeyler… Yanılıyorsam düzeltmeyin. Saçmalıyorsam hiç müdahale etmeyin. Bu benim partim ve istediğim zaman ağlarım!

Gördüğüm kadarıyla okunmuyorum pek. Günde belki birkaç kişi! Kendinize çeki düzen verin, verdirin! Bu benim için büyük, ama insanlık için koccccamannn bir sanat akımı. Yani tavan gittikçe yükseliyor. Ben büyümezsem tavana dokunamam. Ben dokunamazsam siz de dokunamazsınız… Zorlama, samimiyetsiz kolpa siyasetçi tipli yazarları okursunuz yıllarca. Dokunamazsınız dedim! Neden mi? Dedim ya: bu benim partim, istemediğim zaman dokundurtmam. Ve bu benim topum, topumu alır giderim, oynatmam. Kafayı oynatırım ama futbolu oynatmam…

Kahvem bitmişti, ve salak gibi sürekli çay içmekten beynim sünger gibi olmuştu, aklım buz gibi yanına koşmuştu , ellerim ellerine kaçacaktı ki uyandım. Gerçeklerin dünyasına olan ziyaretimin amacını aştığını farkettim. Frequency adlı filmde olduğu gibi bir şekilde geçmişi arayabilseydim telefonla/telsizle, işte tam bugün ilk arayacağım kişi Kafka olacaktı. Anne, ben bugün Kafkaesk oldum. Hatta geçen gün yine kafkaesk oluyordum ki, birden içeri ben girdim… Artık karanlık, karmaşıklık ortadan kalkmıştı ve kendimi bırakıp kaçtım. Bırakıyım yaşayım kendi halimde dediydim. Demez ola mıydım? Yoksa hâlâ orada mıydım? Şimdi değilim, karanlığım. Hatta ben yoğum, siz beni gafağızda yarattınız ve benimle kavga ediyorsunuz. Ey dostlarım-düşmanlarım, bırakın kaleyi dışarıdan dövmeyi… İçeri girin de savaş görün, mücadele görün. İçeride kıyamet kopuyorken, dışarıya bir asker bile haram değil mi? İşte çok çalıştım, didindim. Eli silah tutan herkesi topladım, öldürdüm; kimsenin eli silah tutmasın diye… Benim iç savaşlarım biraz da kurtarıyor beni. Benim düşmanlarım sadece mutluyken saldırıyorlar. Eh artık kale yıkılmak üzere olsa da, atın ölümü arpadan oluyor azizim. Dinime müslüman küfrediyor, duvarıma eceli gelmemiş kedi işiyor.

Sonuç olarak: inanmak başarmanın tamamıdır. Belki istediğiniz şeyi başarmanın değil, ama bir şey başarırsınız işte. Hayata şans vermek, yıkılmak ama gerekirse sürünerek ilerlemek… Bunlar çok acındırıklı kavramlar. Ben kendime şans verdim, siz de verin kendinize.

Turkuaz

Saatlerdir taşıdığından olsa gerek, artık gittikçe ağırlaşan çantasını öteki eline alarak cebinden kartını çıkardı. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Küçücük otel odası bile ona okyanuslar kadar büyük göründü bir an. Kendini dört kişinin birbirine dokunmadan yatabileceği genişlikteki yatağa attı. Bir süre tavana baktı. İlginç bir şey yoktu… Evinde, arkadaşlarının, akrabalarının evlerinde gördüğü tavanlarla aynı yükseklikteydi; sığabiliyordu en azından. Uzun zamandır sığabildiği tek yer bu küçük ama geniş otel odasıydı. Yattığı yerden hiçbir köşesine yetişemiyordu elleri. Ayağa kalktığında bile dokunamıyordu en tepeye. Yatak örtüsü iç dünyasıyla dalga geçercesine rengarenkti. Biraz da gereksizcesine, patavatsızcasına. Tek kişilik bir odaydı bu, ama iki yastık vardı yatakta. Birbirinin aynısı yastıklar da yatak örtüsüyle aynı desenlere sahipti. Üzerlerinde çiçek şekilleri yoktu, ama ona bir makas ve iğne-iplik verselerdi hiç düşünmeden kesip-biçip birsürü papatya yapardı aradaki beyaz ve sarılardan. Duvarlar açık kahverengi, kapılar ve pencereler bembeyazdı. Pencereden baktığında uzaktan denizi görebiliyordu, ama bu bir manzara sayılmazdı. Kesinlikle deniz manzaralı bir otel odası değildi bu. Deniz sadece gözüküyordu, aslında gerçekte yok gibi geldi ona. Bir şeyler okumaya çalıştı, yapamadı. Aynanın karşısına oturdu, bir süre kendisini seyretti. Aynaya dokundu, aynadaki aksi de aynaya dokundu. Elini saçına attı, görüntüsü de aynısını yaptı. Hafifçe kafasını yana eğdi, aynı karşılığı aldı. Sinirleri bozulmaya başlamıştı. Tam kalkacakmış gibi yaparken birden tekrar oturdu. Tüm sinirini sertçe aynaya fırlattığı bir tükürük ile def ederken, aynadaki adamın da aynısını yaptığını görüp iyice kendini kaybetti. Ağlamaya başladı. Gözyaşları masayı ıslatırken, damlaların teker teker düştüğünü duyabiliyordu. Sanki yakınlarda bir yerlerde yaramaz bir çocuk büyükçe bir çekiçle durmadan yere vuruyor gibiydi. “Yeter!” diye bağıracaktı, sesi çıkmadı. O kadar bunalmıştı ki, bunu o aslında tüm gücüyle bağırıyorken sesinin çıkmadığı rüyalardan biri sanıp uyanmak için kendini açık olan pencereden aşağı salabilirdi. Dışarıda kar tanelerinin ince ince süzülüşünü izlerken üşüdüğünü hatırladı, kapadı pencereyi. Çok üşüyordu, yatağa girdi, ne bulduysa üstüne örttü. Biraz sakinleşmiş gibiydi. Rahatsız edilmek istemiyordu, telefonunu kapattı. İyiden iyiye geç olmuştu saat. Geldiğinden beri asla çalışmayacağına inanıp açmayı bile denemediği televizyonun kumandasını eline aldı. Vazgeçti, çalışmayacaktı. Birkaç adımda banyoya girdi. Suyu açıp altında dakikalarca oturdu. Soğuk bir duştu aldığı, ‘soğuk bir düş’tü hayatı. Düştü elinden, sadece suyun altında gittikçe yumuşayıp kıvrılan, renkleri solmaya başlayan bir fotoğraf kaldı. Kurulanıp çıktı, bir sigara yaktı ve kültablasına koydu. Büyükçe, ağır ve beyaz bir kültablasıydı bu. Ve üzerine otelin ismi şekilsizce yerleştirilmişti. Kulaklıktan gelen kırgın bir şarkı eşliğinde, sigaranın sonuna kadar tükenmesini izledi. Gözlerini kapattı aynı şarkıyla. Parliament mavisi bir rüyaya daldı, rüyasında bile her şey aynı renkti. Uyanamadı…

Mavi

Acılar azaldıkça, çığlıklar da azalacak

Sarı yapraklar kaçacaklar dallarından

Gökyüzü açılacak

İşte o zaman, dünya aydınlık olacak