Kolpaesk

Bir erkeğin yaşadığı en büyük sorunlar tahminimce tamamen hazırlıksız yakalanmaktan kaynaklanmaktadır. Ya hazırlıksızdır erkek, ya da hazırlıklıdır ama yanlış şeye hazırlıklıdır; çalışmadığı yerden çıkar hayatın sorusu. Soru eşittir problem sanrısına bir anlığına düşecek olursak, hayatın problemi diyerek anlatmaya çalıştığım şeyi daha iyi canlandırabilirim gözlerizde… Görmek için gözlere ihtiyacınız yok diyen o güzel şarkı sözünün de yüzümüze çarptığı gibi, bazen görmek için başka şeyler de yeterli olmakla birlikte; kasıtlı olarak gözlerimizi kapatarak g..tümüzle görmeye çalışmak da her zaman mükemmel sonuçlar vermemekte. Fiziksel olarak engeli olduğu için kör olanlara bir diyeceğim yok. Amma ve lâkin, duygusal körlerin ve inadına g..tüyle bakanların gözlerine çıbık batırmak istiyorum. Hatalar… Yapılırlar ama inadına tekrarlanmamalıdırlar da değil mi? İnadına tekrarlayanların gözlerini de çıkarttık. Geriye ne kaldı? Hazırlıksız yakalanan masumlar. Hangimiz masumuz ki geyiklerinin dibine vurmadan önce onlara “hazırlıksız yakalanan masumcuklar” demek istiyorum. Bu kadar uzun bir giriş paragrafından sıkıldınız ve  düzgün bir hikaye bekliyorsunuz. Büyük ihtimalle de en son bahsettiğim masumcuklar hakkında bir hikaye olsa hiç de fena olmazdı diye düşünüyorsunuz. Size ne diyeceğim biliyor musunuz?…………………………………………………………………………………………………………….

Siz Ölü Çocukların Büyümediğine Gerçekten İnanıyor Musunuz?

Biz, ve dertlerimiz… Ne zaman büyüdük farkında bile olmadan, hayattaki en büyük derdi üzerinden geçen bulutların nereye gittikleri olan o küçük çocuktan uzaklaştık zaman içinde. Geceleri üstümüzde anlamsızca dolaşan ve sürekli şekil değiştiren o parlak yuvarlağın sevimli aydede olduğuna inanmıştık oysa. Ama gülümsemiyordu hiç. Hep pencerenin önünde bekledik yıllarca belki bize göz kırpar diye. Ve en önemlisi, belki gerçekten gözleri vardır diye… Bunun kocaman bir yalan olduğunu anladığımızda ise çoktan büyümüştük ve artık umrumuzda değildi. Oysa tek aydede mi vardı? Güneş de o en parlak turuncu kıyafetleri içinde koyu kahverengi dağların arasından çıkarak tatlı tatlı bakmıyordu bize. Her yana dağılmış, parmakla sayılabilecek kadar az saçakları da yoktu.

Çocukluk! Ne kadar da safmışız derler ya… Ne kadar da gerizekalıymışız diyorum ben. Büyüklerimiz bize güneşin her gün sayısı artan mezarlıklar üzerine de doğduğunu, bakışmaya kalkınca gözlerimizi yakacağını; ayın başıboş şairlerin saçmalaması için yaratıldığını ve o merak ettiğimiz bulutların kül olmuş, bitmiş evlerin dumanlarını saklamaya gittiklerini anlatsalardı çok mu şey kaybederdik? En azından bu kadar cahil, bu kadar gerizakalı olmazdık bunlarla ilk karşılaştığımızda. Artık koca insan sürülerinin vahşi hayatlarının sıradan parçaları olmuş şeylere bu kadar şaşırmaz, ağlamazdık. Rafta kalmış son gazeteyi almak isteyen komşumuzun sırtına bir mızrak saplayıp, leşini toplu mezarlara fırlatırdık. Huzur içinde gazetemizi okurken televizyonun önünden geçen eşimize kükrerdik. Bir daha buradan geçmemesi için televizyonun kenarına işeyerek işaret bırakırdık. Belki “sahiplendiğimiz” insanla sokak ortasında birlikte olurduk ama kimse dönüp bakmazdı. Daha özgür olurduk. Elimizdeki silahlar yeterince keskin oldukça kimsenin meselesi olmazdı küpe takmamız, saç uzatmamız, siyah t-shirtler giymemiz. Bir tek hoşlandığımız dişinin etrafında garip danslarla kur yapmamız aynı kalırdı sanıyorum… Ama bununla bir problemim yok –şimdilik.

Büyükler! Neler aldınız elimizden bilmiyorsunuz! Biz de bilmiyoruz ve artık maalesef ki biz de büyüdük. Çocuklarımız asla kızarkadaşıyla yolda yürürken, kırtasiyede fotokopi çektirirken göremeyecekleri aptal kuklaları izleyip eğlenecekler yine, varlıklarına inanacaklar birkaç yıllığına daha. Karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakacaklar. Sokakta boynu bükük görse “neyin var yavrum?” demeye zahmet etmeyecek huysuz teyzeler onlardan otobüste yer verme inceliğini bekleyecekler. İnce olmazsa zorla yontacaklar, onlar inceldikleri yerlerden kopana dek. Bir süre insanların neden “özellikle yaşlandıklarında” camilere koşuştuklarını anlayamayacaklar…

Gördük! Siz büyüklerin ne yaptığınızı gördük. Siz büyükler ki, büyük olmanızdan başka bir özelliğiniz yoktu. Ve sizden daha az büyükleri kullandınız hep. Saygı adı altında, itibar adı altında yedirdiler size hayatlarını dilim dilim… Yedirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Ama neden yedirmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Onları siz inandırdınız. Siz büyükler! Benim çocuğum halının kenarındaki deseni yol zannederek dandik bir oyuncak arabayı sürüp salak sesler çıkartmayacak. Aydedeyi tanımayacak, aya baktığında “ne lan bu yuvarlak” diyecek, taş atmaya çalışacak. Yeterince büyüyünce, ama büyük olmadan, bir 23 Nisan’da o koltuğa oturacak ve bir daha kalkmayacak!

Bulantı

Var. Ne mi var? Kim mi var demeliydiniz sanki… Bazılarınız tam olarak böyle dedi belki, belki bazılarınız hiçbir şey demediler. Var! Tanrı var! Tanrı var ve yatağımızdan yeni kalkmış, pencereden dışarıya bakıyor. Bir elinde sigarası… Kalktığı yer sıcacık kalmış. Ama soğuyacak ve bir daha ısınmayacak orası. Çünkü başkalarına gidecek. Öyle dakika başı tanrı mı çağırılırmış, oturun yemeğinizi yiyin bakayım! O bir sözde-denizci gibi… Her gün başka bir limanda, bir başkasıyla. En azından bizden başkasıyla.  Sizi çok mu seviyor sanıyorsunuz? Vallahi kendisine sormak lazım, ben bilemem. Ama dün gece hiç öyle gözümüyordu. Hep bu bir önceki geceler “öyle gözükmez”. Bu kadar kısa zamanda güvenirsiniz ona. Darda kalmışsınızdır, yardım isteyecek onu bulursunuz; çok sevinirsiniz, olayla bağlantısı olduğundan emincesine ona teşekkür edersiniz. Tanrının sizden başka işi gücü yok mu sanıyorsunuz kuzum? Nedir sizi onunla bu kadar samimi yapan? Senli-benli olmuşsunuz koskoca tanrı ile! Bir tane “Sayın Tanrım, size yollamakta olduğum iş bu dua’yı en kısa zamanda yanıtlamanızı temenni eder, bilgilerinize arz ederim” şeklinde cümle duydunuz mu insanlardan? Siz onu seviyorsunuz, değil mi? Ama o sizi sevmek zorunda değil… Yüzyıllardır “İsa seni seviyor” ezberiyle büyütülen çocuklar İsa’nın gerçekten onları sevmek gibi bir zorunluluğu olmadığını öğrendiklerinde hâlâ onu sevebilecekler mi? İsa ne yapıyor bilmiyorum ama beni de ilgilendirmiyor zaten. Ama tanrının ne yaptığını biliyorum. Şu an saunada. Birazdan havuza girecek, bir şeyler düşünecek. Sizi düşünmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Ama düşünecek bir şeyler. Sonra kurulanıp odasına çekilecek, çekmeceyi açacak. O büyük, kırmızı düğmeye basıp basmamak arasında kararsız kalacak. Sonra vazgeçecek. Amannnn, takılsınlar diyecek. “Amannn, takılsınlar”sınız siz tanrının gözünde. Bu kadar öneminiz yok. Olmasına da gerek yok. Tanrıyı seviyorsunuz, değil mi? Peki neden seviyorsunuz? O da sizi seviyor diye. Hem o çok büyük diye. Hastalıklı isteklerinizi, bitmek-tükenmek bilmeyen arzularınızı gerçekleştirmeye bir tek onun gücü yeter diye… Sizi korur, kollar diye değil mi? Ev halkını koruyan tanrıya inanmaktan daha keyif verici ne olabilir ki? İkiyüzlüsünüz, hatta düzgün dörtyüzlü piramitsiniz ve bir gün kendi üzerinize oturup kahrolacaksınız! Tanrı da ömrünüzde bir kere size gelecek, hayatınızı becerip gidecek…  Arkasında ise sadece o birkaç dakikalık sıcaklık kalacak. O da ne sizi, ne de içinizi ısıtacak. Sizi bir daha aramayacak. Zaten numaranızı da verecek fırsatınız olmayacak ki… Her şey bir anda gelişecek, ruhunuz duymayacak önceden. Siz kendinizi yarı mutlu, yarı pişman hissederken o çok uzaklarda olacak. Bir daha gelmeyecek! Ve siz hâlâ onu bekleyip ağlayacaksınız geceler boyu. Bir şey beklemeden sevmeyi öğrenene dek.